Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel
Özel Haber

Hep, “bir heykel daha” haberleri yayınlayacak değiliz.

Bu defa da “heykel mevzusu”nu akademik ve tarihsel boyutuyla işleyelim.

İşte ta antik çağlardan Cumhuriyet dönemine kadar heykelin hikâyesinden detaylar…

HEYKEL: MİLYONLARIN ZİYARETİNE AÇIK BİR İDEOLOJİK AYGIT

Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Mehmet Hasan Demirci’nin 2011 yılında kaleme aldığı, “Türkiye’de Heykel Sanatının İdeolojik Bir Araç Olarak Kullanımı” başlıklı, 134 sayfalık yüksek lisans tezi, konuyu en başından bugünlere taşıyor.

Teze göre, dünya üzerinde birçok hâkim ideolojinin, idarenin hem tarihte hem de günümüzde heykele özel bir önem vermesinin en temel nedeni, figüratif çalışmaları kitlelerin sürekli gözü önünde bulunmasından kaynaklanıyor.

Bir resim, bir tablo, özel bir mülkteki duvarda ya da çok sınırlı ziyaretçilerin olacağı bir galeride bulunurken, özellikle anıtsal heykeller ise yıllar ve yıllar boyunca milyonlarca insanın görebileceği şehirlerin en merkezî bölgelerinde yer alıyor.

Bu da heykelin tercih edilmesini kolaylaştırıyor. “Chevalier Jaucourt‟un “Ansiklopedi‟sinde, “Her dönemde, iktidarı ellerinde tutanlar, insanlarda doğru hisler uyandırmak için resim ve heykellerden faydalanmışlardır” denilmekte.

ESKİ HEYKELLERDE DE KRALLAR BÜYÜK, BAŞKA HER ŞEY KÜÇÜK YAPILIRDI

Eski toplumlarda heykel, baştaki kişinin iktidarının daha da “azametli” göstermek için kullanılıyordu. M.Ö. 1’inci yüzyılda Adıyaman, Kahramanmaraş ve Gaziantep illerini kapsayan coğrafyada kurulan Kommagene Krallığı’nın dev heykelleri Adıyaman’daki Nemrut Dağı’nda asırlardır duruyor.

Heykel alanı tamamıyla Kommagene Krallığı’nın gücünü, ihtişamını göstermek üzere kurgulanmıştı. Bu alanda da krallığın başka bölgelerinde de hep dikkat edilen husus ise sadece kralların heykellerini yapmak, eğer başka figürler de gerekliyse bunları da kraldan küçük tasvir etmekti.

Aynı uygulama Antik Mısır, Grekler ve Roma devrinde de vardı. Hemen hepsi putperest olan bu toplumlarda kralların heykelleri, çoğu zaman “tanrı/lar”ın heykelleri anlamına da geliyordu.

Bu nedenle eski çağlardan kalmış heykellerdeki yüzlerde “ifadesizlik” yaygın bir tercihti. Zira “onlara tanrıydı, dolayısıyla da insan gibi görünemezlerdi.”

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

700 BİN KİŞİ 30 YILDA; 8 BİN ASKER, 670 AT VE 130 ARABANIN HEYKELİNİ YAPMIŞTI

Tarihteki en sıra dışı heykel grubu ise 1974 yılında bulunan Çin Hanedanlığı döneminden kalma “Toprak Askerler” kompozisyonuydu. İmparator Qin Shi Huang henüz hayattayken M.Ö. 246 yılında başlanan mezarının inşası 30 küsur yıl sürmüş, inşaatta 700 bin kişi çalıştırılmıştı.

Boyları 183-195 santimetre arasında değişen bu heykel askerlerin her birinin yüz ifadesi farklı biçimlendirilmişti. Kazı alanında çoğu hala toprak altında 8 bin  asker, 520 atıyla birlikte 130 savaş arabası, 150 süvari atı bulunduğu tahmin edilmekte.

HİTLER’İN “DEJENERE HEYKELLER SERGİSİ”

Devletlerin heykelle olan ilişkileri her zaman heykeltıraşları memnun edecek şekilde de ilerlememişti.

Devleti yücelten anıtsal heykellere düşkün olan Alman diktatör Adolf Hitler, bu sahaya ilgi göstermeyen modern resim ve heykel dünyasından isimleri hedef tahtasına koymuştu.

Bu tip çalışmalar, iktidar basını ve yönetime yakın sanatçılar tarafından alay konusu yapılmıştı. Hitler bu tür resim ve heykellere “Dejenere Sanat” adını vermiş ve bu isimle 700 çalışmadan oluşan büyük bir gezici sergi de açtırmıştı.

“Dejenerasyon”, XIX. yüzyıl tıp terminolojisinde genetik bozukluk anlamına geliyordu. Hitler ve adamları, beğenmedikleri heykel ve resimleri tanımlamak için bu kelimeyi seçmişti.

Modern heykel ve resim yapmak Nazi yönetimi boyunca yasaklanmıştı da. Hitler bir konuşmasında, “Modern sanat deforme ediyor. Bu, eserleri yapanların zihin ve algı yetilerindeki gerçek bir dejenerasyondan kaynaklanıyor” görüşünü dile getirmişti.

Çarlık Rusyası döneminde Deli Petro, Sovyetler devrinde Stalin, Komünist Çin’de de Mao, tıpkı Hitler gibi bir “Akademi” kurup, istedikleri biçimde çalışan heykeltıraş ve ressamları desteklerken, farklı çalışmalar ortaya koymak isteyenleri ise engellemişlerdi.

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

ESKİ TÜRKLERDE KAHRAMANLARIN DEĞİL YENDİKLERİNİN HEYKELLERİ YAPILIRDI

Orta Asya’da asırlarca hâkim olan eski Türklerde ise heykel konusunda ilginç bir yaklaşım vardı. Bu coğrafyalarda, antik devletler veya Batı’daki daha yakın dönemlerde görülen klasik manada heykeller yapılmazken, “heykele benzer” çalışmalar ise farklı bir şekilde ortaya çıkıyordu.

Göktürkler ve Uygurlar’da ulusal kahramanların mezarlarına önem verilir, anıtsal olması istenirdi. Ancak bu anıt mezarlarda kahramanların değil, okahramanların yendikleri düşmanlarının heykelleri dikilirdi. Bu tür heykellere “balbal” deniyordu.

SİVAS ŞİFAHANESİ’NDEKİ KABARTMA PORTRELER KISA SÜREDE TAHRİP EDİLMİŞTİ

Türklerin İslamiyet’le şereflenmesinin ardından, diğer İslam toplumlarında olduğu gibi Müslüman Türkler’de de heykele mesafeli yaklaşılmış, “heykelvari” çalışmalar ancak mimarideki figüratif bir süsleme detayı kadar kendini gösterebilmiş, çoğunlukla da mutlak bir şekilde reddedilmişti.

Selçuklularda, insan figürü çok az kullanılmış, mevcut olanlar da sonraki çağlarda tahrip edilmişti. Sivas Şifahanesi’nin büyük eyvanının iki tarafında yer alan biri kadın diğeri erkek iki insan portresi tahrip edildiği için bugün kısmen görülebilmekte.

Aynı şekilde Divriği Ulu Camisi’nin şifahane kapısında da yine tahrip olmuş iki insan kabartması yer almakta.

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

II. SELİM, BALMUMU HEYKELİNİ SARAYDA GİZLİCE SEYREDERMİŞ

Osmanlı döneminde de heykel yapımından uzak durulmuş, ilk denemeler ise Tanzimat’a doğru görülmeye başlanmıştı. Padişah III. Selim'in, balmumundan yaptırdığı heykelini saraydaki bir odada gizlice seyrettiği söyleniyordu.

Sultan Abdülaziz ise gerçek manada heykelini yaptıran ilk padişah olmuştu. Padişah, at üstündeki bronz heykelini 1872 yılında yaptırmış, ancak kamusal bir alan diktirmeye cesaret edemediği için bu heykel Beylerbeyi Sarayı Havuzlu Salon’a dikilmişti.

Abdülaziz ayrıca, 1876 yılında Paris, Londra, Viyana gibi Avrupa başkentlerini ziyarete gittiğinde buralardaki meydan heykellerini görmüş, müzelerdeki heykelleri de yakından incelemişti.

Seyahatte bulunan Ömer Faiz Efendi’nin Ruznamesi’nde (günlük) İslami hassasiyetten kaynaklanan içsel çelişkiler görülebiliyordu: “Sergide bilhassa kadınlara ait çıplak heykeller mevcuttu. Beraberimizdeki Hoca Hasan Nami Efendi’ye yavaşça sordum: Efendi hazretleri bunlara bakmak haram mıdır, günah mıdır, mekruh mudur?’”

Osmanlı mülkünde ilk kamusal alandaki heykeli ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu İsmail Paşa yaptırmıştı. İsmail Paşa, dedesi ve babası İbrahim Paşa’nın heykellerini Kahire ve İskenderiye’ye diktirmişti. II. Mahmut döneminde ise ilk kez Beyoğlu’nda bir balmumu heykel sergisi açılmıştı.

İtalyan heykeltıraşların açtığı bu sergide çalışması yer alan tek Osmanlı vatandaşı gayrimüslim Oskan Yervan’dı. II. Abdülhamit ise Sanayi-i Nefise Mektebi’ni 1883 yılında kurmuş, başına da Osman Hamdi Bey’i getirmişti.

Mektep, daha çok resim çalışmalarına yoğunlaşmış, küçük bir bölümünde ise hocalığını Yervant Oskan’ın yaptığı heykel şubesi açılmıştı. Bu arada, Beyoğlu’nda bir heykel atölyesi açan iki genç, birkaç kez atölyeyi basan vatandaşların tepkisiyle karşılaşmışlardı.

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA HEYKELLERE “ABİDAT” DENİYORDU

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte devlet, heykel ve resme büyük önem vermişti. Heykel, iktidarın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri haline gelmişti.

Yeni yeni gündelik hayata giren fenomen, dar bir çevre tarafından benimsenmiş, geniş kitleler ise heykele tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi soğuk bakmıştı.

Halk o dönemde heykele, “abid” (ebedi kılma) kökünden “abidat” diyordu. Sonraları “abide” de bu söyleyişten türemişti.

Mustafa Kemal Atatürk, 22 Ocak 1923’te Bursa’daki bir toplantıda heykelle ilgili bir soruya şu cevabı vermişti: “Abidattan bahseden arkadaşımızın maksadı heykel olsa gerekir. Dünyada ilerlemiş olmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir. Abidatın dine aykırı olduğunu iddia edenler, Ahkâm-ı Şeriye’yi bilmeyenlerdir. Cenab-ı Peygamberin din-i İslâm tesisinden bu ana kadar bin üç yüz bu kadar sene geçmiştir. Hazret-i Peygamber’in tebliği esnasında muhataplarının kalp ve vicdanında putlar vardı. Bu insanları tarîk-ı Hakk’a davet için evvelâ o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden ve kalblerinden çıkarmak mecburiyetinde idi. Hakayık-ı İslâmiye tamamiyle anlaşıldıktan sonra birtakım münevver insanların böyle taş parçalarına ibadet ettiğini zannetmek âlem-i İslâm’ı tahkir etmek demektir. Münevver ve dindar olan milletimiz, terakkinin esbabından biri olan heykeltıraşlığı azamî derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlâtlarımızın hâtıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir.”

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

"MERMER KÜTLE KOYUP ALTINA ‘TÜRK SANATÇISI YETİŞİNCEYE KADAR’ YAZALIM”

Cumhuriyet’le birlikte Mehmet Hasan Demirci’nin ifadesiyle tam bir “anıt furyası” yaşanmıştı. Kimi akademisyenler, “CHP’nin Altı Ok”nun en önemli unsurlarından birisinin “anıtçılık” olduğu görüşünü savunmuştu. Heykel eğitimi almaları için yurtdışına peş peşe öğrenciler gönderilmiş, bunlar ülkeye döndüklerinde çalışmaları yurt sathında değerlendirilmişti.

Ayrıca Avusturyalı Heinrich Krippel ve Anton Hanak, İtalyan Pietro Canonica, Alman Rudolf Beling Türkiye’ye davet edilmişti. Ankara Etnografya Müzesi Atlı Atatürk Heykeli, Ankara Sıhhiye Zafer Alanı Atatürk Figürü, İstanbul Taksim Cumhuriyet Anıtı, İzmir Atlı Atatürk Anıtı, Afyonkarahisar Atatürk Anıtı, İstanbul Sarayburnu Atatürk Heykeli, Konya Atatürk Heykeli, Ankara Ulus Meydanı Zafer Anıtı, Samsun Atatürk Anıtı, Ankara Sümerbank Atatürk Heykeli bu isimlerin heykellerinden bazılarıydı. Taksim Anıtı için İtalya’nın o dönemdeki lideri Mustafa Kemal Atatürk’e bir tebrik telgrafı göndermiş, Atatürk de mukabil telgrafla kendisine teşekkür etmişti.

Dönemde yabancı heykeltıraşlara çok fazla ilgi gösterilmesi bazı isimlerin tepkisini de çekmişti. Edebiyatçı, gazeteci Ahmet Haşim, “anıt furyası”nı eleştirerek, “Büyük anıt ve heykel dikecek yerde, bugün için bir mermer kütlesi ya da bir külçe bronz koyalım ve altına ‘Türk sanatçısı yetişinceye kadar’ diye yazalım” ifadelerini kullanmıştı.

Dönemin genç heykeltıraşlarından Kenan Yontunç, anılarında anlattığına göre konuyu Atatürk’e kadar iletmişti: “1928 Eylül ayındaki evlenme törenimde Atatürk de bulunmuştu. Bir ara Maarif Vekili Mustafa Necati Bey, ‘Paşam, heykeltıraş Canonica'ya bütün vilâyetlerimiz için heykelinizi yaptıracağız. Bir anlaşmaya varıyoruz’ dedi. Söz istedim: ‘Paşam, izin verirseniz, sizin heykellerinizi, biz Türk sanatçıları yapalım.’ Ben konuşurken herkes, Atatürk’ün kızacağından korkmuştu. Atatürk, Maarif Vekili'ne, ‘Çocuk doğru söylüyor Necati Bey. Bu işi durdurun, bizimkiler yapsınlar’ dedi.”

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel

“HEYKELTIRAŞLAR BU İŞİN TÜCCARLIĞINI YAPIYOR”

Ali Hadi Bara da ulusal anıtları yabancılardan çok daha iyi yapabilecek Türkler olduğunu belirterek, “Temiz meydanlarımızı bir tecrübe sahası haline getiren, memleketimiz hakkında en ufak bir bilgiye malik olmayan ecnebiler yaptıkları abidelerin aynılarını diğer memleketlere dikmekle de bu işin bir nevi tüccarlığını yapmaktadırlar. Seri halinde satışa çıkarılan bu bronz yığınlarının, eser-i sanatla hiçbir alakası olmayacağı aşikârdır.”

MİLLİYET GAZETESİNİN “HEYKELİ OLMAYAN İLLERE HEYKEL KAMPANYASI”

Türkiye’de geniş kitleler dışında heykele gösterilen ilgi bürokrasi, sanat ve basın çevrelerinde yoğunlaşmış, askerî darbe dönemlerinde ise bu ilgi katlanarak artmıştı.

Milliyet gazetesince, 27 Mayıs 1960 kanlı darbesinin ardından heykeli bulunmayan illere heykel diktirmek için bir kampanya başlatılmıştı. Gazete, yeni heykellerin dikimi için yayın yapmış, vatandaşların kampanyaya maddi destek sağlaması çağrısında bulunmuştu.

Kampanya sonucunda 1964 yılı rakamlarıyla 429 bin 855 lira toplanmıştı. Halktan toplanan paralarla Bingöl, Tunceli, Van, Bitlis, Mardin, Muş, Uşak ve Giresun kent meydanlarına Atatürk heykelleri dikilmişti.

Yine askerî muhtıranın verildiği 1971 ve askerî darbenin yapıldığı 1980’i takip eden dönemlerde de (Atatürk’ün 100’üncü Doğum Yıldönümü 1981) çok sayıda yeni Atatürk heykel, rölyef, anıt ve büst ile farklı heykeller yapılmıştı.

Yapılacak tüm etkinlikleri denetlemek üzere Cumhuriyet’in 50’nci yılında olduğu gibi il ve ilçelerde kutlama komiteleri kuruldu. Bunları koordine etmek üzere de proje ve maketleri, Devlet Başkanı’nın da bulunduğu Koordinasyon Kurulu’nda yer alan bir jüri tarafından değerlendirildi ve uygulamaları bu jürinin onayına bağlandı. Bunu yanında, ticari amaçla Atatürk kabartmaları, resimleri ve küçük heykelleri yaptırıp, çoğaltarak yaymak isteyenler de modellerini göstererek bu jüriden onay almakla yükümlü kılındı.

Bu örgütler 1982 yılı ortalarına kadar görev yaptı. Bu denetleme hizmeti yadsınamaz. Ancak, küçük heykeller için bağışlansa bile, yapılan heykel ve anıtların değerlendirilmesi ve denetlenmesinde yetersiz kalındığı da bir gerçek. Böylece, geçmişte denetimsizlik nedeniyle oluşmuş bulunan çirkinliklere, olumsuzluklara, maalesef yenileri katılmış oluyordu. Modeller isabetle değerlendirilemiyor, projelerin anıt-çevre ilişkisini çözümleme ise bir sorun olarak görülmüyordu bile. Bugün birçok kentimizin meydanlarında karşımıza, mesleğin kendine özgü en basit ilkelerinin yabancısı, sadece biraz şekillendirme becerisine sahip olan ellerden çıkmış, ‘Anıt’ların çıkmasının nedenleri anlaşılır. Heykel, kentlerde birbirine benzeyen sanatsal açıdan özgünlüğü olmayan adına heykel bile diyemeyeceğimiz uygulamalarla karşımıza çıkmıştır.

Vakanüvis yazdı: Dersimiz heykel