Uzm. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk
Özel İçerik

Konu beynimiz olunca, pek çok konu karmaşık. İşte bu karmaşıklığı literatürden örneklerle açıklayan, sıkmayan bir kitap yazdı Ece Balkuv. Kendisi gencecik bir profesör. Nörolojiyi tercih etme sebebini ise şöyle açıklıyor:

‘Çünkü hayatımın yazılımını keşfetmek istiyorum.’

Hayatının yazılımını keşfe çıktığı yolculuğunda oğluna miras bırakmak için yazmış bu kitabı. İyi ki yazmış. Bazen bilgilenmek için gerçekten bu derece sağaltılmış, okunması daha açık kitaplara ihtiyaç duyuyoruz. Konumuz olduğu gibi, nihayetinde her birimiz beyinlerimizle başka insanlarız. Yaşadıklarımız, algımız başka. Bu röportaj da bir sohbet havasında bilgi sunuyor aslında. Yine de kahvenizi alın da uzun uzun okumaya başlayın derim.

Keyifli okumalar…

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

ÇÜNKÜ HAYATIMIN YAZILIMINI KEŞFETMEK İSTİYORUM


- Ece Hanım merhaba. Bu hep ilk sorum ve yanıtları için heyecanlandığımı söylemeliyim. Ece Balkuv kimdir? Ulaşılanın dışında duyguları ve kalemiyle, kendi gözünden kendini nasıl anlatır?

Eyvah bu çok zor bir soru. Sanırım ben hayat denilen oyunu doğru oynamayı keşfetmeye çalışan bir kaşifim. Meslek seçimimde ve hayattaki pek çok tercihimde de bu arayışın etkisi altındayım. Ünlü biyolog Francis Crick ‘İnsanlar için kendi beyninin incelenmesinde daha hayati bir araştırma konusu olamaz.’ der. Aynı kanıdayım. Her neyi araştırıyorsak, deneyimliyorsak, hissediyorsak beynimiz sayesinde oluyor. O yüzden bence ilk çalışma konumuz kendi beynimiz, kendi zihnimiz olmalı. Yıllar önce nöroloji asistanlığına ilk başladığımda kıymetli Hocam Profesör Doktor Nihal Işık neden nörolojiyi tercih ettiğimi sormuştu. Ona ‘Çünkü hayatımın yazılımını keşfetmek istiyorum.’ demiştim. Buna karşın kendimi tek bir kelimeyle tanımlamam gerekirse ‘anneyim’. Öncelikle anneyim. Doğum yaptığım 2014 yılından beri hayatımın merkezinde annelik var. Bu kitabı da oğlum için yazdım. Bir kitap yazmak çok zahmetli bir iş. Pek bir maddi karşılığı da yok. Ben zaten bir devlet hastanesinde çalışıyorum. Yani finansal getiri açısından tanınmaya ihtiyacım da yok. Sadece oğluma iyi bir örnek olmak ve güzel bir miras bırakmak istedim. Kitabımın ilk sayfasında da Alp için yazıyor. Gerçekten öyle.

- Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? Yazma rutininiz nedir?

Ben bir yazardan ziyade araştırmacıyım. Bu kitabı yazarken de yazmaktan çok okudum. Zaten kitabın sonunda on sayfalık referans bölümü var; ama tabii her okuduğum kaynaktan yararlanmadım. Çok daha fazlasını okuyup araştırmam gerekti. Yazma rutinim ise; oğlum uyuduktan sonra çok uykum gelmediyse yazmaya fırsat bulabiliyorum. Ortalama haftada 1 saat gibi kısa bir süre ayırabildim bu kitaba. Yoğun iş hayatı, İstanbul trafiği, evde annelik derken sıkı bir çalışmayla 1 ayda yazılacak kitabı 3 sene gibi bir sürede tamamlayabildim. Ancak okumaya çok daha fazla zaman ayırdım tabii. İş yerinde öğle aralarında ya da sabah kimsenin okumadığı erken saatler gibi boş zamanlardan faydalandım.

- ‘Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir’ adını verdiğiniz kitabınız buluşturdu bizi. Kitabın adı başlı başına bir soru aslında. Belki geniş kapsamlı, üzerine kitap yazılacak bir soru; ama bu soruyu size yöneltsem ilk söyleyeceğiniz şey ne olur?

Bence bu kitapta okuru en çok etkileyecek kısım; verdiğimiz tüm kararlarda, davranış şekillerimizde, yani kim olduğumuzla ilgili her konuda, beynimizin,  bilincimize ulaşmayan mekanizmaların nasıl boyunduruğu altında olduğunu deneyler ve kanıtlarla öğrenmek olacak. Gerçeklik algımızın nasıl bir simülasyon olduğunu, algıladığımız görüntülerin bile bir illüzyon olduğunu keşfetmek şok edici. Beyin fazlasıyla sofistike ve gizemli bir doku. Biz sadece beynimizin izin verdiği ölçüde dünyayı algılayabiliyoruz. Bu da iceberg’in görülen kısmı. Ancak günümüzde iceberg’in su altında kalan kısmıyla ilgili pek çok heyecan verici çalışma mevcut. Yani sorunuzun cevabını tek bir cümleyle özetlersem: ‘Beynimiz, hayatımızı hiç beklemediğimiz gibi etkiler.’ Biz düşündüğümüz gibi hür iradeye sahip canlılar değiliz.

- Şimdilerde normalleşme sürecinde olsak da, malum zor bir süreçten geçiyoruz. Özellikle bir doktor olarak pandemi süreci sizin için nasıl geçti/geçiyor? Bu süreci karşılarken beynimizin rolü neydi?

Oldukça tedirgin edici. Doktor olmak böyle bir şey. Biz ‘stratejik personeliz’. Yani diğer tüm memurlara tanınan bazı eş durumu ataması veya istediğimiz zaman izin kullanma gibi haklarımız yok. Savaşta, salgında, doğal afetlerde en önde görev yapıyoruz. Böyle olması da normal, eleştirmek adına söylemiyorum. Sonuçta biz ölümle yaşam arasındaki çizgiyi belirliyoruz. Beynimin rolünden önce beyimin rolünden bahsedeyim. Eşim bir pandemi hastanesinde beyin ve sinir cerrahı olarak görev yaptığından pek çok covid nöbeti tuttu. Yani covid-19 hastalarının yattığı serviste çalıştı. İlk başta evleri ayırmayı denedik. Eşim annemin evine taşındı annem bizim evimize geldi. Bir müddet eşimin yüzündeki korkunç maske yaralarını skype’ten dehşetle izledim. Benim nöbetlerim ona nazaran daha geç başladı. Ben de covid nöbeti tutmaya başlayınca oğlumuzun bu dönemi anne-babasız geçirmemesi ve online eğitim çilesine destek ve ortak olma gerekçesiyle yine evleri birleştirdik. Yaşadığımız stresin yanında fiziksel olarak da çok yıpratıcıydı, çünkü gerçekten o kostümle nefes almak zor. Tulumları çıkaran hemşiresi, doktoru, sağlık memuru kim varsa buzdolabına koşup en az 1 litre su içiyorduk. Ben ömrümde böyle terlemedim. İkinci sorunuza gelirsek; beynimizi hiç iyi etkilemedi tabii. Hepimiz stres nedeniyle bol bol glukokortikoid salgıladık. Stres sessiz bir katildir. Glukokortikoidler de şeker ve tansiyon yüksekliğinden cilt incelmesine pek çok olumsuz etkiye sahip.

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

BİZİM ‘GERÇEKLİK’ OLARAK KABUŞ ETTİĞİMİZ ŞEY, ASLINDA SADECE BEYNİN GERÇEKLİK SİMÜLASYONU

- İyi ki varsınız! Şimdi devam edeyim: Anlatımınızda beynin haritasına varan ilginç yaşanmış olayları örnekleyerek başlıyorsunuz? Bugüne dek beyin konusunda en şaşırdığınız olay neydi? Bizimle paylaşır mısınız?

Beyin hasarının fiziksel etkilerini görmek için doktor olmaya gerek yok. İnme geçiren insanların felçli vücutlarını ne yazık ki hepimiz görüyoruz. Ancak kişilik ve gerçeklik algısındaki değişimi görmek, beynin bir hikâye uydurma ustası olduğuna tanık olmak çok etkileyici. Örneğin sıklıkla beynin sağ yarımküresinin hasarında ortaya çıkan neglect sendromu sonucu hastalar, etkilenen çaprazdaki görme alanı veya felçli vücut yarısıyla ilgili inanılmaz boyutta farkındalık kaybı yaşıyorlar. Misal küçük bir pıhtı sonucu kişi bir resmin sadece sol tarafını çizip resmi tamamladığını zannedebiliyor. Felçli tarafa bakması istendiğinde ‘O tarafta çok güneş var.’ gibi gerçek olmayan bahanelere inanıyor. Veyahut felçli taraftaki kolunu oynatması istendiğinde ‘Bugün çok yorgunum sonra yaparım.’ diyebiliyor. Bilinç tamamen yerindeyken, tek taraflı ihmal dışında her şeyin farkındayken bu kadar dramatik bir biçimde gerçek olmadığı çok bariz olan şeylere inanıyor. Öyle zannediyor. Kimi durumlarda neglect sendromlu bir kişiyle entelektüel bir sohbet dahi yapabilirsiniz; ama kolunu kaldırmamasının gerçek gerekçesinin yorgunluk değil inme olduğunu anlatamazsınız. Beynin asli görevi dış dünyayı algılamak değil, bizi dış dünyayla uyumlu hale getirmektir. Gerçeğin değil pragmatik olanın emrinde evrimleşmiştir. Minik bir beyin hasarından sonra yakınlarının tabiriyle tam bir tonton teyze olan bir hastamın hemşire odasından bıçak çalıp etraftakilere saldırdığını görmek de çömezlik dönemimde ben çok şaşırtmıştı. Nöroloji servislerinde yatan hastalarda bir anda dramatik kişilik değişikleri ortaya çıkabiliyor.

- ‘Gerçeklik, Gerçekten Gerçek Değildir’ diye bir alt başlığınız var. Biraz bunun üzerine konuşalım mı?

Beyin bizi bu dünyaya adapte etmek için var olan bir organ. Örneğin, algıladığımız her görüntünün bir kısmının illüzyon, yani tamamen beynin uydurması. Bir orman manzarasına baktığınızı düşünün. Kesintisiz bir görüntü algılarsınız. Gerçekte görme alanımız kesintisiz olamaz. Görme sinirinin retinayı delip beyne yol aldığı kısımda, yani kör noktada, görme işlemi gerçekleşemez. Yani nereye bakarsak bakalım görme alanımızın bir kısmında bir boşluk olmalı. Ama yok. Çünkü beynimizin asıl işi dış dünyayı, kendisine ulaşan elektriksel sinyallere göre olduğu gibi algılamak değil, ‘durumu idare etmek’. Bir örnek daha vereyim.

- Tabii.

Gözbebeklerimiz sürekli hareket eder. Ama biz etrafa baktığımızda titreşen şeyler görmüyoruz. Beyne ulaşan ‘gerçek’le beynin bilincimize sunduğu ‘gerçek’ birbirinden oldukça farklı. Ünlü fizikçi Michio Kaku’nun ifadesiyle ‘Renkli televizyon bir illüzyondur.’ Eskiden kullandığımız renkli televizyonlara çok yakından bakarsanız görüntünün sadece kırmızı, yeşil ve mavi noktalardan oluştuğunu fark edersiniz. Gözlerimiz bizi derinliği görebildiğimiz konusunda da yanıltır. Gözümüzün retinası aslında iki boyutludur. Ancak sağ ve sol beyin her iki gözden gelen görüntüleri birleştirerek ve başın hareketiyle bir nesnenin konumunun nasıl değiştiğine göre üç boyut algısını ‘oluşturur’. İnsan zihni, durmaksızın, dış dünyanın bir modelini üretir. Bizim ‘gerçeklik’ olarak kabul ettiğimiz şey, aslında sadece beynin gerçeklik simülasyonu. Ek olarak en önemli kararlarımızı verirken dahi ‘özgür irade’ye sahip değiliz. Çünkü beyin, gerçeklik algısını oluştururken farkında olmadığımız bir sürü ayarlamalar yaptığı gibi, aldığımız her kararda da farkında olmadığımız şeylerden etkilenerek hareket etmemizi sağlıyor. İceberg’in su altında kalan kısmı, su yüzeyindeki yapıya hangi iletinin iletilip iletilmeyeceğine biz farkında olmadan karar veriyor. Özgür iradenin kaynağı olan beynimiz, kendi içinde bile özgür ve demokratik bir yapı değildir. Her iki beyin yarımküresi arasındaki bağlantıyı keserseniz beyninizin her iki tarafı da sesini duyurmaya çalışır ve iki elinizin hiç anlaşamadığı, örneğin bir elinizin sizi boğmaya çalışırken diğerinin onu durdurmaya çalıştığı ‘yabancı el sendromu’nu ortaya çıkarırsınız. Günümüzde özel tekniklerle her iki beyin yarımküresi ayrı ayrı sorguya çekilebiliyor. Kitapta oldukça detaylı bahsettim bu çalışmalardan. Okursanız göreceksiniz ki aradaki fark muazzam.

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştukProf. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

GEÇMİŞTEN DERS ÇIKARMAYIP AYNI HATALARI SÜREKLİ TEKRARLIYORSANIZ İYİ BİR HAFIZANIZ YOK DEMEKTİR

- ‘Rüyalar’ bölümünde şöyle diyorsunuz: ‘Rüyalar hayatta kalmamız için gereklidirler.’ Ne açıdan söylüyorsunuz bunu?

Rüyaların ne işe yaradığıyla ilgili pek çok teori mevcutken gerçekten ne işe yaradıklarını kesin olarak bilmiyoruz. Ancak rüya görmemenin depresyona, bilinç bulanıklığına, anksiyeteye, huzursuzluğa ve konsantrasyon bozukluklarına yol açtığını ortaya çıkaran bazı çalışmalar mevcut.

- SağlıklI bir beyne sahip olmak, sağlıklı bir psikolojiye sahip olacağımız anlamını taşır mı? Ya da tersi?

Elbette. İki türlüsü de geçerli. Bana göre nörolojik hastalıklar tıp bilimi içindeki en korkunç seyreden rahatsızlıklar, ne yazık ki. Beynin dolaşımsal, nörokimyasal veya fiziksel bozuklukları hayatınızı cehenneme çevirebilir. Pozitif düşüncelerin, stresten uzak durmanın tüm vücut için olduğu gibi beyin için de çok sayıda olumlu etkisi var. Örneğin depresyon, Alzheimer hastalığının en önemli tetikleyicilerinden. Olumlu düşüncenin ve sağlıklı psikolojik yapının etkisini ne yabana atmak ne de ‘Secret’ kitabındaki gibi iyi düşünürseniz her şey iyi olur boyutunda saf bir Pollyannacılığa varacak kadar abartmamak lazım.

- Hafızamız nasıl oluşur? Hatırlama eylemi nasıl gerçekleşir en sade biçimde?

Beyinde depolanan her şey gibi çeşitli nörokimyasal iletilerin beynin ilgili bölgelerinde sonlanması ve ihtiyaç halinde bilinç düzeyine çıkmasıyla. Ancak hafıza çok da güvenilir değildir. Elizabeth Loftus isimli bir araştırmacı ‘Lost in a mall’, Türkçesiyle ‘Alışveriş merkezinde kaybolmuş’ olarak bilinen çalışmasında 24 katılımcının yakınlarına 4-6 yaşları arasında alışveriş merkezinde kayboldukları sahte bir hikâye anlatır. Katılımcılardan 7 tanesi sahte anıyı çok net olarak ‘hatırlamaya’ başlar. Chris isimli bir katılımcı, kaybolduğunda oyuncakçıya gittiğini, çok korktuğunu, hatta kendisine yardım eden adamın gömleğinin rengini bile ‘hatırlar’. Biliyorsunuzdur kabaca kısa süreli hafıza ve uzun süreli hafıza olarak belleği ikiye ayırıyoruz. Kısa süreli hafızanız 20 yaşında hasarlandıysa 50 yaşındaki kendinizi aynada görünce büyük bir şok yaşamamanız için gerekliyken uzun süreli hafızanın esas işlevinin geleceği planlama olduğu tahmin ediliyor. Gelecekle ilgili plan yaparken, fonksiyonel MR çalışmalarında insanların hem yüksek geleceği planlamadan sorumlu alan yani prefrontal korteks hem de hafızanın depolandığı beyin bölgesi yani hipokampüsün aktive olduğu görülmüş. Yani beyin gelecekteki bir olayın simülasyonunu yaparken, geçmişteki hatıraları kullanıyor. Geçmişiniz hep acılarla ve travmalarla doluysa geleceğe umutla bakmanız da haliyle zor. Geleceği planlama yetisi, insanların zeki canlılara dönüşmesinde çok büyük bir etken. O yüzden geçmişten ders çıkarmayıp aynı hataları sürekli tekrarlıyorsanız iyi bir hafızanız yok demektir.

- Peki beyin neyi unutup neyi hatırlayacağına nasıl karar veriyor?

Öncelikle tekrarlayan uyarımlara göre karar veriyor. Bu sayede sinaptik bağları kuvvetlendirerek bir bilginin hafızanızdaki yerini sağlamlaştırabilirsiniz. Ek olarak, duyguların rolü çok önemli. Örneğin, hepimiz, en azından İstanbul ve civarında yaşayanlarımız tam 21 yıl önce belli bir günde ne yaptığımızı hatırlıyoruz ve hiç unutmayacağız. 17 Ağustos 1999 depremini yaşadıysanız o anda ne yaptığınızı neler olduğunu hala hatırladığınıza eminim. Beyinde badem şekilli ve Amigdala adı verilen bir yapı, yoğun duygusal yük taşıyan anıları damgalayıp hafızaya öyle yollar. Sonuç olarak travmatik anılar tekrarlamanın sağlamlaştırıcı etkisine gerek kalmadan uzun sureli hafızanın başköşesine kurulur ve yerinden asla kalkmaz. Amigdala beyinde korkunun merkezidir diyebiliriz. Daha önce vahşi bir hayvanın saldırısına maruz kaldıysanız şimdi o sesi yeniden duyduğunuzda ‘Bu ses neydi acaba?’ diye oyalanmadan, tüyleriniz diken diken hemen kaçmanız bu yapı sayesinde gerçekleşir. Aslında hatırlama çok karmaşık bir işlem, çünkü yaşadığımız bir olaya ait anımız beynin tek bir yerinde depolanmaz. Bir olayı hatırlamaya çalıştığımız zaman beyinde farklı lokasyonlardaki parçaları birleştirmemiz gerekir. Bir yemeğe gittiğinde, etrafınızdaki yüzler ayrı bir beyin bölgesinde, kokular ayrı bir bölgesinde, yemeğin tadı ise yine başka bir bölgede depolanır. Hollandalı Nörobiyolog Dick Swaab, hafızayı 3-5 parça kemikten koca bir iskeleti yeniden inşa etmeye çalışan bir arkeoloğun işine benzetir. Bu nedenle de güvenilmez olduğunu söyler.

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

HAYATLARI BOYUNCA ERKEKLER, KIZLARDAN DAHA AGRESİF DAVRANIŞ SERGİLER

- ‘Duygular’ diye bir başlık açmışsınız. Duygularımız da beynimizle doğrudan ilgili değil mi? Örneğin agresif olup olmayacağımızın daha doğmadan önce belirlendiğini anlatmışsınız. Bu konuyu bize genel bir örnekle açıklayabilir misiniz?

Duygular, beynin nörokimyasal iletiler sonucu otaya çıkan ürünüdür. İnsan Duyguları kitabının yazarı Tiffany Watt Smits, duyguların beyinde görülebilen fiziksel olgular olduğunu yazar. Günümüzde fonksiyonel MR cihazları sayesinde duygulardan sorumlu nörotransmiterlerin boyanmasını gözle görebiliyoruz. Erkek fetüslerdeki testosteron yüksekliği nedeniyle hayatları boyunca erkekler kızlardan daha agresif davranışlar sergilerler. Böbrek üstü bezi anormallikleri nedeniyle aşırı testosteron salınımına maruz kalan kızlar da hemcinslerinden çok daha agresiftirler. Testosteron seviyesinin dişilerde daha yüksek veya erkeğinkine eşit bulunduğu sırtlanlarda erkekler daha pasiftir. Serotonin seviyesinde düşüklükle giden genetik değişiklikler de saldırgan, dürtüsel ve antisosyal davranışlara yol açar. Sonuç olarak, genetik özellikler, saldırgan ve suçlu kişilere dönüşmemizde rol oynar. Duygularımıza hükmedemeyiz. Ancak duygularımızın tetiklediği davranışlara hükmedebiliriz.

- ‘Genetik özellikler saldırgan ve suçlu kişilere dönüşmemizde rol oynar.’ Demişsiniz. Gündemde kadına, çocuğa, hayvana şiddet bu kadar yer bulup içimizi sızlatıyorken, bizi beynimiz açısından aydınlatır mısınız?

Nörobiyolog Dick Swaab adalet sisteminin adil olmadığını ileri sürecek kadar radikal. Ona göre suçlu insanlar beyinlerinin kurbanı. Örneğin Vietnam Savaşı gazilerinin savaş sonrası agresif ve saldırgan davranışlar göstermelerinde prefrontal korteks denilen yürütücü işlevlerde sorumlu beyin bölgelerinde, küçülmenin tetikleyici olduğunu öne süren çalışmalar mevcut. Alman gazeteci Ulrike Meinhof 43 kişinin ölümüne yol açan bir terörist grubun üyesiydi. Meinhof’un beyninde Amigdala adını verdiğimiz ve korkunun evi kabul ettiğimiz beyin bölgesine bası yapan bir anevrizması vardı. Erkeklerin agresif davranışlarının en yoğun olduğu ergenlik dönemi aynı zamanda testosteron seviyelerinin de en yüksek olduğu döneme denk gelir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çoğu zaman insanların saldırgan davranış gösterme eğilimleri nörokimyasal gerekçelere bağlı. Dick Swaab’a göre adalet sistemi adil olanı belirlemeye değil, çoğunluğun hayatta kalmasına hizmet eder. Tabii bu biraz radikal bir görüş ancak haklılık payı olduğu da muhakkak.

- Peki ya hepimizin peşinden koştuğu mutluluk? Biraz da onun üzerine konuşalım mı? Beynimizi kandırmanın çok kolay olduğunu, pozitif düşünürsek iyi hissedeceğimizi okumuştum. Örneğin kahkaha atmaya başlarsak, gerçek değilse bile beynimiz, bedenimizin mutlu olduğunu sanırmış.

Beyni kandırmak mümkün tabii. Kolunuzu sadece oynattığınızı düşünürseniz dahi kolu hareket ettirmekle ilgili beyin bölgesinin aktive olduğunu fonksiyonel MR sadesinde gözlemleyebilirsiniz. Evde kendi kendinize uygulayacağınız basit bir deneyle vücut algınızı dahi değiştirebilirsiniz. Silikon bir el bulup önünüzdeki masaya koyun. Bu esnada kendi elinizi göremeyeceğiniz bir yere, sözgelimi masanın altına yerleştirin. Eğer bir arkadaşınız gözünüzün önündeki silikon eli ve göremediğiniz kendi elinizi aynı anda sıkar ve bunu birkaç kez tekrarlarsa, beyniniz, sıkılan el görüntüsünden gelen görsel iletileri ve elinizdeki dokunma duyusundan gelen iletileri birleştirip sahte eli kendi uzantınız gibi algılamaya başlar. Dahası, eğer biri aniden elinde bir çekiçle silikon ele vursa emin olun kendi elinize vuruluyor gibi yerinizden zıplarsınız. Kesilen bir uzuvda ağrı hissedilmesi anlamına gelen ‘fantom ağrılar’ basit ayna mekanizmalarıyla, beyinde kesilen uzvun var olduğu sanrısı oluşturularak tedavi edilebiliyor. Ancak mutluluk bir duygudur. Basit bir pozisyon algısı değil. O yüzden onu elde etmek için illüzyonlar yerine hayat tarzı değişikliği gibi daha köklü reformlara ihtiyaç duyulur. Bir Fin atasözüne göre mutluluk ‘çok az ve çok fazla arasında bir yerdedir.’ Belli ki o yeri ararken dünyayı şişman ve aşırı kalabalık bir hale getirdik. Çünkü nörolojik ve evrimsel açıdan bakıp mutluğun ne işe yaradığını düşünürsek muhtemelen yememizi ve ürememizi; dolayısıyla hayatta kalmamızı sağlıyor. Ayrıca insanların grup halinde hayatta kalabildiği göz önüne alınınca neden aşık olduğumuzu ya da sosyal aktivitelerden zevk aldığımızı da açıklayabiliriz. Mutlu olmak için sosyal ilişkiler çok önemli. Dünyada mutluluk üzerine yapılmış en uzun süreli ve en kapsamlı çalışma, Harvard Üniversitesi tarafından yapıldı ve 2016 yılında yayınlandı. Çalışma yaklaşık 80 yıl boyunca sürdü. 1938 yılında başlayan çalışma katılımcıların yaşlanıp hayatlarını kaybetmesiyle çocuklarının incelenmesine karar verilerek devam etti. Çalışma sonuçlarına göre 80’li yaşlarda en sağlıklı olanlar 50’li yaşlarda insan ilişkilerinden en fazla doyum sağlayanlar. Bu sonuç kolesterol seviyelerinden bile daha anlamlı bulunmuş. Yani yoğun sosyal ilişkiler sağlığımız için düşük kolesterol seviyelerinden bile önemli. İyi ve sıcak ilişkilerin para veya şöhretten daha fazla mutluluk getirdiği rapor edilmiş. Diğer insanlarla olan bağları kişileri stresten koruyup fiziksel ve zihinsel yıpranmayı geciktiriyor. İyi insan ilişkileri uzun ve mutlu bir hayat için sosyal statü, IQ ve hatta genlerden bile daha büyük öneme sahip. Eşlerinden ve evliliğinden memnun katılımcıların daha uzun ve daha mutlu bir hayatları olduğu tespit edilmiş. Kuvvetli sosyal desteğe sahip insanların bilişsel fonksiyonları da daha uzun süre korunuyor. Yani sosyal ilişkilerin iyi olması Alzheimer gibi hastalıklardan koruyucu bulunmuş. Bu çalışma 1938’de başladığında sosyal ilişkilerin sağlık veya mutlukla bir ilişkisi olabileceğini kimse öngöremiyordu. 1938’den 1954’e kadar çalışmanın yöneticiliğini yapan Clark Heath, katılımcıların kafataslarının antropometrik ölçümlerini, kaş çıkıntılarını, benlerini, EEG sonuçlarını ve hatta el yazılarını dahi kayıt altına almıştı. Tabii bu verilerin hiç birinden istatistiksel olarak anlamlı sonuç çıkmadı. Yani el yazınız veya benlerinizin hayat kaliteniz ve mutluğunuz üzerinde bir etkisi yok. Fakat çalışmanın titizliğini göstermek ve 1930’lardaki bakış açısını görmek açısından bu verilerin de çalışmaya dahil edildiğini görmek enteresan.  1972 yılından sonra insanların yakınlarıyla sahip olduğu iyi ilişkilerin mutluluk seviyeleri üzerinde ne kadar belirleyici bir etkisi olduğu artık dikkat çekmeye başlamış. 1972-2004 yılları arasında çalışmaya dahil olan psikiyatrist Dr George Vaillant’a göre ‘Sağlıklı ve mutlu bir hayat için anahtar ilişkilerimizdir’. Mutlulukta en belirleyici parametre şüphesiz kişinin yakınlarıyla olan ilişkisidir.

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

MİGREN HEM BİR LANET, HEM DE BİR ŞANS

- Bir şey dikkatimi çekti, ‘Annelik’ alt başlığınız var; ama ‘Babalık’ yok. Çocuğu doğurmamış olmak mı burada ondan söz ettirmiyor?

Oksitosin çocuğun tapusudur. O da bizde var. Erkekte değil. Çocuk annenindir, anne çocuğun. Doğumdan sonra bir annenin beyni asla eskisi gibi olmaz. Göbek bağı da denilen umblical kord görünüşte kesilir; ama aslında kesilemez. Anneyle babayı nörokimyasal olarak, yani ebeveynliğin yarattığı duygu, davranış ve dürtü anlamında kıyaslamak, okyanusla su tanesini kıyaslamak gibi. Bu hormon anneyle çocuğu birbirine bağlayan bir tutkaldır. Buda Öğretileri kitabında bir pasaj okumuştum. Buda öğrencilerine benzer boyda iki atın hangisinin anne hangisinin evlat olduğunu nasıl anlarsınız diye sorar. Yanıt: Saman vererek. Hangi at samanı diğerine uzatıyorsa o anne olandır. Daha gebelikte salgılanan prolaktin hormonuyla işler değişmeye başlar. Doktor Dick Swaab hangi erkek farelere prolaktin verdiğini daha kan testi yapmadan anlayabildiğini yazar. Kafesteki talaşlar düzgünce bir köşeye yığılıp yatak yapıldıysa o fare prolaktin verilen gruptandır. Doğumdan sonra hem çocuk hem anne oksitosin salgılar. Oksitosinin bir diğar adı da ‘bağlanma hormunudur’. Siz ve ben günlerce baş başa kalıp oksitosin alsak. Cinsel eğilimlerimizden bağımsız olarak birbirimize aşık oluruz emin olun.

- Yıllardır çektiğim bir konudan sormak istiyorum. Migrenin kökeninde nörolojik olarak yatan sebebi sizden de dinlemek isterim. Anlatır mısınız?

Bende de var. Bu hastalık hem bir lanet hem de aslında bir şans. Migren hastalarını iş hayatında daha başarılı olduğunu biliyor muydunuz?

- Sanırım böyle bir şey okumuştum.

Migrene rağmen çalışmaya devam edebilen insanlar, ağrısız olduğu günlerde performansını o kadar arttırabiliyor ki çalışmalarda anlamlı olarak daha yüksek iş disiplini ve performansı gösteriyorlar. Yani ‘Sizi öldürmeyen şey, kuvvetlendirir.’ Gerçi Amerikalı sanatçı Marilyn Manson bir şarkısında bu lafı ‘Sizi öldürmeyen şey, sizde iz bırakır.’ olarak yeniden yorumladı ve bence ikisi de doğru. Bu konuda Profesör Doktor Sayın Arzu İrban ile bir televizyon söyleşisi yapmıştık. Tüm migren hastalarının izlemesini tavsiye ederim. Youtube’da var. Migrenin altta yatan nedeni genellikle santral serotoninerjik ve adrenerjik ağrı sistemlerini içine alan nörovasküler teoriye göre açıklanmaya çalışılır. Nörojenik inflamasyonun, yani sinir dokusunun steril iltihabının migren ağrısından sorumlu olduğu ve trigeminovasküler sistem dediğimiz bir alanın uyarılması sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir. İsterseniz biz daha ziyade tedavisini konuşalım. Muhakkak okurlarımız arasında da migreni olanlar vardır ve ne yapmaları gerektiğini öğrenmek isterler.

- Evet, çok iyi olur.

Atak dediğimiz akut ağrı tedavisi, sıklık ve şiddeti az olan migren baş ağrıları için yeterliyken bu parametrelerin yüksek olduğu daha talihsiz hastalarda profilaktik dediğimiz ve günlük alım gerektiren önleyici ilaçlar da kullanılır. Bunun dışında migren botoksu uygulamasının fayda sağladığı bilinmektedir ve güncel bir tedavi metodu olarak ‘migren aşısı’ olarak bilinen bir uygulama ABD’de 500 dolar civarında bir meblağ ile kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’de de ruhsat alması için başvuru yapıldı ve pek çok hasta dört gözle bu tedaviyi bekliyor.

- Konu geniş ve aslında çok sorum var; ama son sorumu sorarak kapatayım röportajı. Bir uzman olarak yapay zeka hakkında ne düşünüyorsunuz?

Beynimiz, her an, biz farkında olmasak da hiçbir yapay zekanın yapamayacağı sayıda ve karmaşıklıkta işlem yapmaktadır. Ben, Robot filmindeki insansı robot Sonny ‘Babam bana insan duygularını öğretmeye çalışıyordu. Ama öğrenmek çok zor.’ der. Yapay Zeka Mühendisi değilim; ama bir nörolog olarak duygular olmadan kişinin en basit kararı bile veremeyeceğini biliyorum. Dolayısıyla, yapay zekalardan, yanan bir evden önce bebeği mi yoksa kediyi mi kurtarmak gerekir gibi kararlar vermeleri isteneceği hesaba katılırsa duygulara ihtiyacı olacaklarını da öngörebiliriz. Duygulardan sorumlu beyin bölgesi yani limbik sistem ve yürütücü işlevlerden sorumlu beyin alanı, yani prefrontal korteks arasındaki bağlantı hasara uğradığında, insanlar, günlük hayatta hiç zorlanmadan verdiğimiz en basit kararları bile veremiyor ve hayatları mahvoluyor. Üstlerine ne giyeceklerine, akşam yemeğinde ne yiyeceklerine vb. bir türlü karar veremiyor ve sıradan bir hayat sürdüremiyorlar. Bu nedenle ‘duygusal robotlar’ geliştirmek için ciddi çaba harcanıyor. Eğer bu çalışmalar günün birinde müspet sonuç verirse ben bunun insanın lehine olacağını düşünüyorum. Sonuçta bu teknolojileri kötü kalpli uzaylılar gelip bize zorla empoze etmiyor. Grubun yararına olmayan teknolojik gelişmeler sürdürülemez. Hele ki kapitalist sistem sürdüğü müddetçe. Tüm acımasızlığına karşın kapitalizm özgürlük ve gelişim açısından pek çok diğer sistemden daha avantajlı.

: Teşekkür ederim.

Ece Balkuv: Teşekkür ederim.

Prof. Dr. Ece Balkuv ile Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir üzerine konuştuk

Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir?

Ece Balkuv

Müptela Yay.

S.: 232

Kitabı almak için tıklayınız: kitapyurdu

*

Instagram: biyografivekitap